Denenmemişliğin ardına bakmaca, düşünülmeyenin peşinden koşmaca !...
Arayış yollarında ruhunu kaybedip, sisler ülkesinde kaybolanı aramaca !...

Arabistan Paganizminde Allah Kavramı


II - ARABISTAN PAGANIZMINDE ALLAH KAVRAMI
Şimdi Islâmdan önceki Arabistanda yerli tanrı kavramını teşkil eden yukarıdaki dört duruma dönelim. Önce şunu belirteyim ki Kur'ân öncesi edebiyata bakmadan dahi sadece Kur'ân'ın beyanına dayanarak, islâmdan önceki edebiyatta dini manada bir Allah kavramının mevcud olduğunu anlamakla kalmaz, aynı zamanda bu kavramın içsel yapısının da evrim gördüğünü anlamış oluruz. Yani:
1) Bu kavramda Allah, dünyanın yaratıcısıdır,
2) Yağmuru veren O'dur,daha genel olarak Arz üzerinde yaşıyan her şeye hayat veren O'dur,
3) Yemin törenlerine başkanlık eden O'dur.
4) Geçici diyebileceğimiz bir monoteizm(tevhid)in objesidir. Kur'ân'ın "imanlarını (geçici olarak) yalnız O'na hasrederler" cümle sinden anlaşılan bir varlık.
5) Nihayet Allah, Kâ'be'bin rabbidir.

Arabistan paganizminin düşünce sistemi içindeki Allah kavramı yapısında bu beş özellik görülebilir. Bunu Kur'ân'ın ifadesinden anlıyoruz. Tabii bu hususta daha geniş bir açıklama yoktur. Bunlar, cahiliyye devrinde Allah kelimesine verilen başlıca izâfi unsurlardır ki Kur'ân bu Allah düşüncesini kendi dini inancına uygun bulmaz.
Burada bu noktaların kısa bir açıklaması yer alacaktır.

Önceki bölümde de söylendiği gibi islâmdan önceki Araplar arasında bulunan Allah kavramı, mahiyet itibariyle islâmın Allah kavramına şaşırtacak derecede yakındır, o kadar yakın ki Kur'ân, bazan böyle doğru bir tanrı anlayışının kâfirleri neden yeni gerçeği kabule sevk etmediğine şaşar.
Meselâ (Ankebut Suresinde okuyoruz:
"Onlara gökleri ve yeri yaratan güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren kimdir, diye sorsan muhakkak Allah, diyecekler". ve hemen sonra şu parçayı okuyoruz :
"Onlara sorsan ki gökten bir su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilten kimdir? Muhakkak, Allah'tır diyecekler"

Görülüyor ki Allah, İslâmdan önceki Arapların zihninde dünyanın yaratıcısı, yağmuru indiren, yer yüzünde bulunan her şeye hayat veren varlık olarak bilinmektedir. Yalnız Kur'ân'ın onlardan yakındığı tek taraf, Allah'ı göklerin ve yerin yaratıcısı olarak bildikten sonra yalnız O'na ibadet edileceğini, O'ndan başkasına tapılamıyacağını bilmemeleri, bu sonuca varmamalarıdır. Kur'ân bunu şu cümlelerle ifade eder:
"O halde nasıl (doğrudan) döndürülüyorlar?". "Fakat onların çoğu akıllarını kullanmazlar (doğru sonuca nasıl varılacağını bilmezler".

Belki de bundan da ilginç olan taraf, yukarıda dördüncü hal olarak zikrettiğimiz husustur ki ben buna geçici monoteizm diyorum. Ve Kur'ân da bunu şöyle belirtiyor: "Dinlerini yalnız O'na (yani Allah'a) özgü yaparak"
Kur'ân'ın bir çok yerinde, Arapların hemen hiç kurtuluş ümidi kalmıyan bir tehlike içinde, özellikle deniz üstünde kaldıkları zaman "dinlerini yalnız O na özgü yaparak" Allah'a yöneldiklerini okuyoruz.
Buna bir misal vermek yeter:
 "Dalga onları karanlık bulutlar gibi kapladığı zaman, dini yalnız O'na özgü kılarak Allah'a yalvarırlar"

Bu gösterir ki hayatlarının hakikaten tehlikede olduğunu sezdik leri zaman müşrik Araplar geçici bir tevhide baş vuruyorlardı. Sadece insanın "dini yalnız Allah'a özgü kılması" cümlesine bakarak bu harekete "duâda ki bir içtenlikten " ibaret olmayıp geçici tevhid diyebiliriz. Zira Kur'an'da bir çok ayetlerde böyle duâ eden kimselerin, kıyıya vardıkları, karaya çıkacaklarından emin oldukları zaman der hal dönüp "Allah'a ortak koştukları" söylenir.
"Fakat O onları karaya ulaştırınca hemen ortak koşmaya başlarlar"
Araplar, Allah'a karşı günlük ibadeti ihmal ediyorlardı ama ne zaman ciddi bir durum ile karşılaşsalar O'nun adını hatırlıyorlardı. Bu gerçeği de yine Kur'ân'ın ifadesinden öğreniyoruz. Kur'ân'a göre cahiliyye devrinde en kutsal ve kesin yeminler Allah adına yapılırdı :
"Bütün güçleriyle Allah'a and içtiler"

Cahiliyye düşünce sisteminde Allah'ın işgal ettiği yerin önemini belirtmek için O'nun, Rabbu'l-Ka`be (Kabenin sahibi) yani merkezi Arabistanın en kutsal tapınağının sahibi sayıldığını hatırlamak lazımdır. Bunu ispat için İslâmdan önceki şiirlerden bol örnekler bululabiliriz, ama tabii bulacağımız örnekler Kur'ân'dan daha sarih ve daha güvenilir olamazlar. Kur'ân'ın ifadesi delil olarak yeterlidir. Meşhur Kureyş Suresinde ki bu sure en eski vahiy parçalarındandır. Kureyş, "Bu evin sahibine ibadete" çağırılır. O rab ki kendilerinin sulh ve sükün içinde yaşamaları için yaz ve kış çıkarılan geleneksel kervanları korur ve onların mal yüklenerek kendilerine getirmelerini temin eder. Burada Allah'ın, Kâbe'nin rabbi diye tavsif edilmesi, tabii olan ve herkesin kabul ettiği bir şeyi onlara hatırlatmak içindir. Bu gösterir ki hiç değilse din yönünden daha aydın olan Mekke halkı, bu kutsal yerde Allah'a ibadetten haberdar idiler.

Islâmdan önceki Araplar arasında Allah, "Evin sahibi" (rabbu'l-beyt), "Kabe'nin sahibi" (rabbu'l-Kâ'be) veya "Mekke'nin sahibi" (rabbu Mekke) adları altında bilinmekte idi.
Islâm öncesi edebiyat gösteriyor ki Mekke'nin sahibi anlamındaki Allah kavramı, Araplar arasında yaygındı, hattâ bu inanç Mekke kasabasının dar sınırları dışına da yayılmıştı . Ben burada çok ilginç misallerden birini vermek istiyorum. Aşağıdaki beyt, islâmdan önce Hire sarayının ünlü hırıstiy(an şairi `Adiy ibn Zeyd'indir. Beyt, şairin, kral III. Numan tarafından atıldığı hapishanede yazdığı kasidelerden birinde bulunmaktadır.
Şair, garazkâr müfterilerin, kralla kendisinin arasını açmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarından yakınır.
"Düşmanlar (bana karşı kötülük) yapmak için gayret ettiler"
"Mekkenin tanrısına ve salibe andolsun ki bana yapabilecekleri hiçbir kötülüğü geri koymuyorlar"

Bu şiirde şair, kendisinin tamamen masum olduğunu iddia ederek, mevkiini kıskanan müfterilerin entrikaları neticesinde kralın yanıltıldığını söylüyor ve suçsuzluğuna inandırmak için de Mekke'nin sahibine ve Isa'ya and içiyor. Bir yemin için iki tanrıyı beraber zikrediyor.

Burada önemli olan şudur :
Adiy ibn Zeyd gerçi hıristiyan Araptı ama ne basit bir Araptı, ne de alâlâde bir hıristiyan. Çağının en yüksek kültürüne sahip bir insandı. O, Sâsâni kültürünün, en yüksek çağına ulaştığı Kisra Enûşirvân zamanında, yüksek tabakadan bir Iran toplumu içine getirilmiş ve orada yetiştirilmişti. Yüksek bir mevki işgal etmişti. Ve Bizans imparatoru Tiberius II zamanında diplomat olarak Istanbul'a gitmişti. Bu suretle bir hıristiyan merkezinde hırıstiyanlığı yakından tanımak fırsatını bulmuştu. Bir Arap şairi olarak da ona Temim kabilesinin en büyüğü gözüyle bakılırdı.

Bu yüksek kültür ve öğrenim sahibi insanın en kesin yemini içine Mekke'nin Rabbi ile Mesih'i birlikte koyması, bence iki bakımdan önemlidir: Önce bu Arabistandaki Allah kelimesinin izâfi manası bakımından önemlidir. Zira Mekke'den uzak bir yerde, Hire'de bulunan ve müşrik olmayan yüksek bilgi sahibi bir hıristiyanın "Kâşbe'nin rabbi" tabirini kullanması, bu tür Allah kavramının nasıl yaygın olduğunu gayet güzel gösterir. Keza bu tabir, yukarıda ayırdığımız ikinci durumla yani o zamanın hıristiyan Arapları arasında hıristiyan Allah telâkkisinin can' olduğu meselesiyle ilgisi bakımından da çok önemlidir. Ancak bu önem, incedir, dikkatten kaçabilir.

`Adiy ibn Zeyd'in beyti, hatırıma şunu da getiriyor: Hıristiyanlar, bilmiyerek kendi Allah kavramlarını, müşrik Arabistanın Allah kavramı olan Mekke'nin Rabbi kavramiyle aynı görme eğiliminde idiler. Tam aynı görüyorlardı diyemem ama hiç değilse buna doğru bir adım atmışlardı. İkisi arasında bir bağdaşmazlık görmüyorlardı .
Aksi takdirde yeminde "Mekke'nin Rabbi" ve " İsa" nın beraber kullanılması çok gülünç ve acaib kaçardı. Eğer benim bu düşüncem doğru ise güvenle söyliyebiliriz ki Arap hırıstiyanlann bu tür davranışları, müşrik Araplar arasında yüksek ve ruhani bir tanrı fikrinin gelişmesinde çok önemli rol oynamıştır.

Maamafih çok özel bir mesele olan Kâ'be'nin Rabbi kavramiyle hıristiyan Allah kavramı arasındaki kısmi aynılık meselesi üzerinde fazla durmak istemiyorum. Şunu söyliyeyim ki hıristiyanlar ve yahudiler de Bible'daki tanrı kavramını ifade için Allah kelimesini kullanıyorlardı. Bu bile hıristiyan Allah kavramının, islamdan önceki Arapların dini düşüncelerinin evriminde, özellikle an-Nâbiğa, alA'şâ al-Ekber ve Lebid gibi aydın şairler üzerinde etkili olduğuna delâlet eder. Bu Araplar müşrik olmakla beraber hıristiyan ve yahudileri, onların inanç ve törelerini yakından tanımış ve öğrenmişlerdi.

Bu bilgilerini, onlarla yakından temaslarına borçlu idiler. Bu konuya birkaç paragraf sonra genişliğine değinilecektir. Hasılı incelediğimiz beyit, gelecek konumuz için önemli bir giriş vazifesini görmektedir.
Orada biz yahudi ve hınstiyanların, Allah kelimesini, kendi inandıkları tanrı anlamında kullandıklarını göreceğiz.

     III - YAHUDILER ve HIRISTIYANLAR
Bu bölümde cahiliyye devrinde yahudi ve hırıstiyanlann kültürel durumları üzerinde fazla durmağa lüzum yoktur. Çünkü bu konu üzerinde bütün şarkiyatçılar durmuştur. Bu husus, herkesin bildiği bir şeydir. Ben sadece bu konumuzla ilgili noktalar üzerinde duracağım.

O günlerde Araplar hıristiyan kuvvetlerle yakından çevrili idiler. Habeşistan hıristiyan idi; Habeşistanlılar monophysite idiler. Arapların, yüksek medeniyetlerine hayran kaldıkları Bizans imparatorluğu da hıristiyan idi. Arabistan'ın sınır bölgesinde yaşıyan, Bizans Rum imparatorluğuna bağlı bir kral olarak hüküm süren Gassân ailesi de hıristiyan idi. Bu aile, Hali, Eyyûb ve Hannâd manastırlarını yapmakla şöhret kazanan kral 'Ahır I. den miladi 637 yılına kadar hıristiyan kalmış ve o yılda kral Cebele II., müslüman fatihler tarafından azledilmişti. Gassarıller de monophysite idiler.

Beri tarafından İran'a bağlı (vassal-state) olan ve çöl Araplarının dahi hayat ve düşünceleri üzerinde büyük etkisi bulunan Hire devleti de doğu Süryani Nesturi kilisesinin önemli bir merkezi olarak tanınmıştı . Bu büyük hıristiyan merkezleriyle doğrudan temas sonucu, bazı göçebe kabileler hıristiyan olma yolunda idiler ve yukarıda işaret edildiği üzre devrin bir çok Arap aydınları da hıristiyanlık hakkında hayli bilgi sahibi olmuşlardı. Büyük şair an-Nabiğe bu hususta göze çarpan bir örnektir. Cahiliyye devrinin diğer bir büyük şairi al-Aşa al-Ekbar de Necran piskoposlariyle şahsi temas halinde bulunuyordu ve hıristiyanlık hakkında derin bilgi sahibi idi. Divanı buna tanıktır.

Şimdi Mekkelilerin bu durumdan hiç etkilenmediklerini söylemek doğru olmaz. Mekkelilerin yalnız profesyonel tüccarlar olmaları ve işleri gereği sık sık hıristiyan merkezlerine gidip gelmeleri, onların hıristiyanlık fikirlerinden etkilenmeleri için yeterliydi. Kaldı ki Mekke'nin içinde hıristiyanlar vardı, yalnız hıristiyan köleler değil, Benü Esed ibn (Abdu'l-(Uzza kabilesine mensup hıristiyanlar da vardı.

Yahudilere gelince Arabistanda bir çok yahudi kabileleri yerleşmişti. Yesrib, Hayber, Fedek, Teymâ' ve Vadil-Kura hicret eden, yahut ihtida edip yahudi olan yahudi kabilelerinin yerleştiği başlıca merkez idi. Mekke'de, yahudi olmamakla beraber Mekkeliler, yahudiliğin belli başlı inançlarını öğrenmiş olabilirlerdi.

Hem yahudiler, hem de hıristiyanlar Arapçayı kendi dilleri olarak kullanıyorlardı . Yukarıda yahudi ve hırıstiyanların, Eski ve Yeni Ahid'deki tanrı kavramlarını Allah kelimesiyle ifade ettiklerini söylemiş ve bu kelimenin taşıdığı "esas" mana, kabaca Latince ho the os'un ifade ettiği soyut anlama gelir demiştim. İşte yahudi ve hırısti yanların da kendi tanrılarını Arapların Allah kelimesiyle ifade etmeleri, iki farklı tanrı anlayışının bir noktada birleşmesi imkânını hazırlamıştı, ancak Arapların kafasında çok belirsiz bir tanrı fikri.

Genel olarak o devrin havasında yahudi ve hıristiyan dini fikrirleri, âdeta her iki tarafa da tesir etmeğe hazır bir durumda idi. Yani bu fikirler, cahiliyye Araplariyle yahudi ve hırıstiyanların, birbirlerinin durumlarını anlamalarına müsait idi. Bu husus bir çok hadislerde yansımaktadır.

Burada ilginç bir misal vereceğim. (Hz.) Muhammed'e peyğamberlik ve tanrı elçiliği ilk defa verildiği sırada onunla görüşen Varaka ibn Nevfel hakkındaki Hadis meşhurdur. Buhâri bu hadisin, Hadis Mecmuasının "Peyğamber'e Vahiy Nasıl Başladı ?" babına kaydetmiştir.
Olay şöyle cereyan eder:
İlk vahiy "Yaratan Rabin adiyle oku" Peyğamber'e dehşet ve korku veren bir tarzda geldiği zaman daha önce böyle bir şey görmemiş olan peyğamber korktu. Kendine güvenini kaybetti; korkulu, sinirli ve sıkıntılı idi. Kısacası o, bu tuhaf olayı nasıl anlıyacağını, ne yapacağını bilemiyordu.
 Zevcesi Hadice, onu teselli etmekle kalmadı, aynı zamanda onu, daha iyi teselli edebilmek için daha bilgili birini aradı. Bu bilgili kişi, yeğeni olan Varaka ibn Nevfel ibn Esed idi. Buhârrnin bize ilettiği asıl metin aşağıdadır ".

 "Sonra Hadice onu, amcası oğlu Varaka ibn Nevfel ibn Esed ibn `Abdu'l-Uzzerya götürdü. Bu adam, cahiliyye devrinde hırıstiyan olmuştu, İbranice bilir, İncil'den Allah'ın dilediği kadar (bir şeyler) İbranice yazardı. Gözü kör olmuş bir ihtiyardı. (Hadice), ona dedi ki:
"Amcam oğlu, bak dinle kardeşin oğlu ne görmüş?". Varaka, ona (Muhammed'e) dedi ki: "Kardeşimin oğlu ne görüyorsun?" Allah'ın Resulü gördüklerini anlattı. Varaka dedi ki: "Bu, Allah'ın, Müsa'ya indirdiği nâmustur. Ah keski genç olsaydım. Keski kavmin seni çıkaracağı zaman sağolsaydım! "Allah'ın Resulü: "Onlar beni çıkaracaklar mı ?" diye sordu. (Varaka) "Evet, dedi, senin getirdiğin gibi bir şey getiren hiç kimse yoktur ki düşmanlık edilmemiş olsun. Şayet senin çıkarılacak zamana yetişirsem elimden geldiğince sana yardım ederim".

Bu hadisin sıhhatinden şüphe etmek için bir sebep yoktur. Aksine burada Kur'ân'ın çok kullandığı Tevrat (Torah) yerine namüs kelimesinin kullanılması, hadisin sağlamlığını kuvvetle teyid eder.
Zira namusun, Kur'ân'a ait bir kelime olmadığı bellidir. Hikâyenin etrafında döndüğü nâmüs kelimesi, Yunanca'da İbranice Töra'nın tam karşılığı olan nomos (kanun, nizam) kelimesinin kendisidir. Hasılı bu hikâye bize, iyi bir hıristiyan olarak tanınan ve İbrani mukaddes kitabını iyi bilen Varaka'nın, (Hz.) Muhammed'in başına gelen olayı duyar duymaz derhal bu tuhaf olayı yahudi-hırıstiyan monoteizminde anlatılan olayın aynı kabul etmişti. Ve bu izah da (Hz.) Muhammed'e güven vermişti.

Bütün bunlar, bana göre bizi şu sonucu çıkarmaya sevk eder: İslam zuhur ettiği sırada Mekke'de Araplar arasında temelde farklı olan tanrı fikirlerinin bir noktada birleşmesinden meydana gelen bir Allah inancı gelişmiş veya gelişmekte idi. Bir taraftan Arabistan paganizmi göğü ve yeri yaratan, arzın insanlığın yararına olan şeyleri bitirmesi için yağmuru veren, mukaddes yeminleri gözetliyen merhametli tanrı, eski dini törenlerin kurucusu bütün kainatı elinde tutan, büyük sahip (rab) şeklinde bir Allah kavramı geliştiriyordu. Bu hususta Kur'ân'ın inkâr edilmez beyanına sahibiz. Ve bunun, Arabistan doğal paganizminin bir parçası olduğunu inkâr etmek için elimiz de kuvvetli bir delil yoktur. Yalnız bu dinin, en yüksek ve güzel bir parçasıdır. Diğer taraftan da Araplar arasında tevhide ait bir tanrı fikri yayılıyordu. Araplar bu fikri şahsi inançları olarak benimsemeseler de herhalde komşuları arasında böyle bir tanrı inancı=varlığından haberdar idiler.
 
    IV - ARAPLARDA YAHUDI-HIRISTİYAN ALLAH TELAKKİSİ
Geçen iki fasılda, önce müşrik Allah kavramını, sonra yahudihıristiyan Allah kavramını inceledik ve cahiliyye devrinin son yıllarında bu iki kavramın birleşmeğe doğru gittiklerini gördük. İki kıyı arasında köprü vazifesini gören bir şey de vardı. Bu fasılda da yukarıda ayırdığımız üçüncü hale yani yahudi ve hıristiyan olmayan müşrik Arapların, yahudi ve hıristiyan dinlerine ait tek tanrıcı fikirlerden bahsetmeleri, bunlarla ilgilenmeleri hususuna geliyoruz. Devrin kültürel
durumuna bakarak bu gibi hallerin nadir olmadığını tahmin edebiliriz. Arapların, kendi aralarında bu tür fikirleri konuştuklarma dair elimizde o devirden kalma inanılır kayıtlar yoksa da, Arap şairlerinin şiirlerinde, özellikle Hire veya Gassân hıristiyan krallarını övmek için inşâdettikleri şiirlerde bu hususta ilginç deliller vardır.
 Bu, hırıstiyanların ve yahudilerin, kendi tanrılarını Allah kelimesiyle ifade etmeleri halinde gördüğümüz kanıtlardan daha önemlidir.
Çünkü o durum, gayet doğal bir şeydir, bize önemli bir ip ucu veremez. Ancak bedevi şairi Nâbiğe, Hire Kralı an-Numan ibn Munzir'i överken Allah kelimesini şu tarzda kullanırsa iş değişir:
"Allah ona en güzel nimetlerini verdi, ve insanlara karşı muzaffer olması için ona yardımcı oldu"

Ebu Kâbüs künyesiyle tanınan, takriben milâdi 580-602 yılları arasında hüküm süren bu Lahmi prens an-Numan, hıristiyan idi. Kendisi bir hıristiyan ailesi içine, ismini daha önce andığımız 'Adi, meşhur Zeyd'in ailesi arasına getirilmişti. Binaena- ibn Zeyd'as leyh şair Nâbiğa "Kral, zaferini, servetini ve gücünü büyük Allah'a borçludur" derken elbette Allah kelimesi ile hırıstiyanların anladığı tanrıyı kasdetmişti, niyyeti buydu.
Ayni şairin başka bir beytinde de inandırıcı bir kanıt vardır. Nabiğ'e Nu`man'ın yanındaki mevkiini kaybedip Gassan'a gitti ve kral `Abmr ibn al-Haris al-Aşğar tarafından gayet sıcak karşılandı. Yeni efendisini övmek için şiirler dizmeğe başladı ki bugün bu şiirler Gassâniyyât adiyle bilinmektedir. En ünlü Gassaniyyat'ın birinde iki beyt buluyoruz ki bizim için yukarıda zikrettiğimizden daha önemlidir".
Şair, hıristiyan Gassan'ı överek diyor ki: "Onlar öyle bir cömertliğe ve şaşmaz akıl gücüne sahiptir ki bu sıfatları Allah onlardan başkasına vermemiştir. Kitapları Tanrınındır ve dinleri sağlamdı ve yalnız âhireti arzu ederler".

Bu olay, konumuzu iki yönden alâkadar eder:
1) Şair, Allah kelimesini bu tarzda kullanırken- ki bunu bir defa değil, sık sık yapar- kendi içinde bu manadan bir şeyler duymuş olmalıdır. Belki başlangıçta sadece görüşünde bir nüans farkı belirmiştir; zihnine düşen bu küçük işaret, onun dini görüşlerine önemli değişmeler getirmiştir. Zira Allah kelimesini bu tarzda bu kadar çok kullandıktan sonra bu düşüncenin onun kalbinde hiçbir iz bırakmadığını tasavvur etmek güçtür. Bilerek olmasa da bilmeyerek o, bu düşüncenin etkisinde kalmıştır. Ve şair, Allah kelimesini Arap tanrısı anlamında kullanırken de içine düşen bu tesir, kendini göstermiş olabilir.

2) Aynı derecede önemli olan ikinci husus da şudur. Cahiliyye devrinde şairin sosyal mevkii çok yüksekti. Bir şair tarafından, hele bilhassa iyi tanınmış bir şair tarafindan ortaya atılan kelimeler, durumun icabına göre ya korku, saygı veya sevgi yaratırdı . O zaman en büyük kazanç, şairlerin ellerinde idi. Şiir, sadece şahsi düşünce ve duyguların ifadesinden ibaret değildi. Şiir, kelimenin tam manasiyle kamu oyunu temsil ediyordu.

Meşhur bir şair tarafından söylenen etkili kelimeler, derhal kabile içinde tesirini gösterir, bu tesir kabilenin sınırlarını da aşar, onların deyişiyle "oktan daha sür'atli uçar"ak Arap dünyasının dört başına yayılırdı. Şairler, kamu oyunun liderleri idiler.
Bunun için Nabiğa gibi büyük bir şairin, geçici bir süre için de olsa Allah kelimesini hırıstiyanların kabul ettikleri tanrı anlamında kullanmasi, yalnız onun şahsi sevgi ve arzusuna münhasır kalmamış, dolaylı yoldan ve farkına varılmadan çağdaşları olan müşriklerin görüşlerini de etkilemiş, Kitabı Mukaddesteki Allah kavramının Araplarca bilinmesine yardım ettiği gibi, yavaş yavaş onları, kendi Allah düşünceleriyle hırıstiyanların tanrı düşiincelerinin aynı olduğu kanaatine sevk etmiştir.

 V - HANİFLERİN ALLAH'I
Şimdi de yukarıdaki tasnifimizin dördüncü çeşidine, yani lyanifler2 5 diye anılan, islamdan önceki tek tanrıcılara gelelim. Hanif kelimesi son derece problem olan bir kelimedir. Bu kelimenin etimolojisi hala karanlıktadır ve dolayısiyle kelimeye kesin bir mana vermek güçleşmiştir. Fakat meselenin karışık olan yanı bizim konumuzu fazla. ilgilendirmez. Burada bizi ilgilendiren, bu gruptaki insanların Kur'ân'a ait diyebileceğimiz bir tevhid inancına sahibolmalandır. Hemen işaret edelim ki Hanif kelimesi-ki özellikle Medine surelerinde çok geçer-Allah'ı birliyen manasını ifade eder. "çok tanrıcıların" ya da "Putperestlerin" tam karşıtıdır. Kelime Hz. İbrahim'in ismine bağlanmıştır. "O, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, fakat müslüman bir hanif idi, müşriklerden de değildi" Önemli bir parçada İbrahim'in adiyle sembollleştirilen bu katıksız tevhid inancının "doğru din Olduğu,"
"Allah'ın, insanlığı üzerinde yarattığı doğal din, insanlığın yaratılışına uygun din" olduğu açıklanmaktadır.

İslâmdan önce hanif diye bilinenler arasında Ümeyye ibn Ebis' Şah önemli bir durum arz eder. Çünkü o, Tâif'teki Sakif kabilesinin ünlü şairi idi ve onun ismi altında bir çok şiirler bize kadar gelmiştir.
Aynı zamanda Peygamber Muhammed (a.) ile çok özel münasebeti dolayı siyle hadislerde de ona çok yer verilmiştir. Bundan dolayı onun hayatı, öteki haniflerden daha iyi bilinmektedir. Bu bakımdan o, öteki hanifler gibi karanlıkta kalmamış, bir derece tarihin gün ışığına çıkmıştır.
Yalnız ona atfedilen şiirlerin, gerçekten onun olup olmadığı me selesi vardır. Bu mesele hakikaten nazik bir meseledir. Çünkü onun kelimeleri, Kur'ân'ın taşıdığı fikirlere çok yakın fikirler taşır. Ona atfe dilen şiirlerin birçoğu sahte olabilir" ama bunların yarısını sahte kabul etsek bile hepsinin sıhhatinden şüphe etmek için bir sebep yoktur.

Şayet bu şiirlerin hepsini sahte sayarsak, o zaman ta (Hz.) Muhammed' den Abbasi devrine kadar bu şairden söz eden bütün müslümanların bir kâbus içinde bulunup, bu şair hakkında tarihi hiçbir gerçeğe uy mayan acaip sözler söylediklerini kabul etmemiz gerekir ki böyle bir düşünce gülünç olur.
Kaldı ki sahte bir şiirin bile içinde bir gerçek payı vardır. Zira bir şeyin Sahtesini, kopyasını yapabilmek için onun bir modelinin, bir aslının bulunması lâzımdır. Binaenaleyh sahte şiirler dahi bir bakıma bu şairin kendi düşüncelerini yansıtır.
Bu umeyye ibn Ebi' Ş-Salt, gerçekten cahiliyye edebiyatı için olağan üstü bir şahsiyettir. Kendisi Sakif kabilesinin ileri gelen kişilerinden ve Ebu "Ubeyde"ye göre kabilenin en büyük şairi idi. Cahiliyye devrinde tevhid dinini araştırmakta olduğu, puta tapmaktan kaçmdığı; yahudilik ve hınstiyanhğa da girmediği rivayet edilir. İçinde yaşadığı ruhi atmosfer hemen tamamen hıristiyan ve yahudi, özellikle yahudi atmosferi idi. Buna rağmen onun benimsediği hıristiyan ve yahudi unsurları, başlıca Yemen asıllı idi (kendi çevresindeki yahudi ve hıristiyan fikirlerini benimsememişti).

Yahudiliği ve Süryaniliği iyi incelediği, o zaman Kitabı Mukaddesin bu dillerde (lbranice ve Süryanice) bulunan parçalarını okuduğu nakledilir. Şiirlerinde bir çok Ibranice ve Süryanice kelimelerin bulunması da bu anlatılanları destekler. Onun şiirlerinde bu kelimeler, Abbasi devri filologlarına o kadar yabancı gelmişti ki İbnu Kuteybe, zikrettiği cahiliyye şairleri içinde yalnız Ümeyye'nin şiirlerinin, Kur'ân'm manasının açıklanmasmda hüccet olarak kullanılamayacağını, çünkü onun, çok garip kelimeler (kelimât-ı garibe) kullandığını söyler.
Hadise göre o, daima çuval bezi, yahut kaba kıldan yapılmış bir elbise (mesfıh) giyerdi. Bu, kendisini tamamen ibadete veren kimsenin remzi idi. Bu haliyle o, sonraki slifilerin öncüsü sayılır. Şarabın haram olduğunu, aradığı dinin Ibrahim ve Ismail'in dini olan hanif dini olduğunu söylemiştir*.
Bunlar güzel, güzel ama şimdi de bunun, müslümanların, Allah'ın düşmanı "caduvvullah" saymalarına sebebolan tarafı karşımıza çıkıyor. O'nun Araplar arasında bir peyğamberin geleceğine ve bunun kendisi olacağına inandığı söylenir. Bir hadise göre, o, Mesih Isa'dan sonra altı peğamberlik bulunduğunu, bunlardan beşinin geçtiğini, yalnız birinin kaldığını sanıyordu. Bu peyğamberliğin de kendisine verileceğini bekliyordu.

Bu ister doğru olsun ister yanlış, (Hz.) Muhammed peyğamber olarak zuhur ettiği zaman Ümeyye şiddetle kızmış, ya da şaşırmıştı . Belki de her ikisini de yapmış ve İslama karşı cephe almağa başlamıştı. Mekke'de Kureyş kabilesini, (Hz.) Muhammed'e karşı kışkırttı. Ondan kalan bazı şiirler var ki bunları Uhud Savaşında öldürülen Araplar için ağıt olarak yazmıştı. Öldürülenler arasında kendisinin de iki oğlu Utbe ve Şeybe vardı. Ümeyye, kabilesinin adamlarından oğullarının intikamını almalarını istedi, sonunda kendi ruhani evi olan Yemen'e gitti.

O sonuna kadar Islam peyğamberine karşı bu düşmanca tutumunu değiştirmedi, ve ölüm döşeğinde şöyle dediği nakledilir:
"Bu hastalığın, beni öldüreceği muhakkak. Ben hanif dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed'e karşı içimdeki kuşku beni bırakmıyor. (Müslüman olmama engel oluyor)"

Şiirlerine gelince bunların, kainat hakkında çok acaip bir görüş getirdiklerini söyliyebiliriz. Tabii bunlara islam açı sından bakarsak onun şiirinde tuhaf olan taraf yoktur. Ama bunlara cahiliyye Arabının normal düşünce kapasitesi açısından bakarsak oun, hayatında dahi neden bir efsane ve destan bulutiyle örtülmüş bulunduğunu anlarız. Onun dünyası, yahudi tasavvurundan meydana gelmiş karanlık bir ormandı . Bir yahudi fantasmagoria'sı. Bu dünya da theocentric'tir. Bu dünyanın merkezinde yalnız bir tanrı vardır. Bu tanrı, var olan her şeyi idare eder. Onun, Allah dediği bu tanrı kavramının etrafında, O'nun mülkü ve saltanatı hakkında
Kitabı Mukaddes'in düşüncesini görmekteyiz. Tanrı, göz kamaştırıcı bir nur perdesi içinde "Yalnız ve tek olarak" tahtında oturuyor.
İnsan gözü, tanrıyı kuşatan bir nur perdesini geçip uluhiyyet varlığını göremez. Işık perdesi, mukaddes gök melekleriyle kuşatılmıştır. O bunlara "desteklemiş yaratıklar"" diyor. Yani Allah'ın yardımiyle kuvvetlenmiş yaratıklar. Bunlar "saf saf dizilmişler", kimi arşı taşıyor, kimi sessizce ilahi vahyi dinliyor. Bunlar arasında Cibril, Mikail ve diğer bazıları en yüksek mevkii işgal ederler.
 Sonra Kitabı Mukaddes'in yaratma hikayeleri anlatılır. Arz üzerinde yaşadığımız hayata dünya denir ve bunun asıl vasfı anlatılır:

Dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Her yaşıyan, er geç yok ölür, çürür'. Yalnız tek olan kudsiyyet ve cela1 sahibi tanrı yok olmaz.
 Daha sonra "hanif dini" dediği, doğru tevhid dinini tavsif eder:
insanın şu geçici dünyada hevâsının peşinde gitmesini bırakması ve ilâhi hidayeti takibetmesi için tek doğru yol hanif dinidir. Fakat ona göre insan aklı, yaratılış icabı "doğrudan yüz çevirmeğe" meyyaldir. Tıpkı doğru yoldan sapan kör gibi, insan doğru yoldan sapar. Ve bütün bu görüşlerin sonu, son hüküm günüdür. Burada da Kitabı Mukaddesten alınmış bir çok uhrevi fikirlere rastlıyoruz. Azıcık cehennem ve cennetten söz edilir. Bütün günahkârlar, hüküm yerine getirilir, zincirlere vurulurlar. "vah bana! vah bana:!" diye bağıra bağıra "bir ateş denizine" atılırlar. Tanrı dan korkanlar ise serin ağaç gölgeleri altında huzur ile ebedi yaşama yeri olan cennet ile mulkafatlandırılırlar.

İşte Ümeyye ibn Ebi' s-Salt'ın tasavvurumuza sunduğu dünyanın geniş ve basit çizgileri bunlardır. Dediğim gibi bu görüşlerin yarısını sahte kabul etsek bile bunların arasından Ümeyye'nin asıl düşünce yapısını çıkarmak zor değildir.
Haniflerin Allah düşüncesini anlamak için bu şairin şiirine dikkat edelim. Şaire göre Allah "bütün dünyanın tanrısı" dır. Her şeyin "yaratıcı"sıdır. Bütün yaratıklar "O'nun kullarıdır”.
"O Allah' tır, her şeyin yaratıcısıdır, bütün yaratıkların hepsi istiyerek O'nun kulu, kölesidirler". Yani O, "kullarının rabbidir".

O, göklerin ve yerin büyük padişahıdır-, kendi halkını tam bir kudretle idare eder. Allah'ın kudretine dair sözleri. ibn Kuteybe'nin garip kelimeler dediği sözlerindendir ve Abbâsi devri müfessirlerini ve filologlarmı çok uğraştırmıştır. Mesela Süryâni asıllı olan selitat kelimesi şu beyitte geçer:
"Bütün insanlar Allah'ın halkıdır ; arz üzerinde tek hükümran olan yalnız odur"
Ve bunların hepsinden önemlisi de bu tanrının bir ve tek tanrı olmasıdır.
"O tanrı ki yaratıklar O'nun hükümranlığında hak iddia edemez(O'nun hükmüne karışamaz)lar. Kullar O'nu birlemese de O birdir."

İşte Umeyye'nin Allah telâkkisi böyledir.

İlgilendiğimiz kadariyle görüyoruz ki Haniflerin Allah düşüncesi, islâmın Allah düşüncesine muhalif ve onunla bağdaşmaz değildir. Hasılı cahiliyye devrinde Ümeyye ibn Ebi'-Salt gibi bir adamın bulunması gösterir ki islâmın Allah düşüncesini andıran bu fikir, Islâmdan önceki Araplar arasında mevcud idi ve ruhani bir dinin damgasını taşıyan bu düşünce, hiç değilse islamın zuhuru sırasındaki Araplar tarafından biliniyordu, onlara yabancı değildi. İşte bu durum, Kur'anın, yeni Islam hareketine Hanif adını vermesinin nedenini izah eder.
Bu, meselenin olumlu yanıdır. Ama bir de meselenin olumsuz tarafı var. Olumlu tarafı, haniflerle Kur'ân arasındaki düşünce benzerliğini gösterirken, olumsuz tarafı da ikisi arasındaki farkı gösterir. Sir Hamilton Gibb, Kur'an ile Ümeyye ibn Ebi's-Salt'ın düşünceleri arasındaki "çok büyük fark"a işaret etmiştir: "Bu fark, ondaki ahlaki ton'dan ileri geliyordu. Şairler de ayni ahlaki dersi vermeğe çalışırlardı ama onların şiirlerinde, Kur'ân'ın ifadesindeki o aşk ve duygu yoktu.

Ümeyye'in ifadeleri ne kadar duygulu olursa olsun, bunlar değil Mekkelilerin, kendi hemşehrileri olan Taiflilerin üzerinde bile önemli bir tesir bırakmış değildi. Diğer monoteistik çevrelerde ve Arabistan'ın başka kısımlarında da benzeri şeylerin olduğu düşünülebilir. Tabii bu düşünceler Kur'ân'da da yer almıştır ama Kur'ân'a geçince bunlara o etki ve duyguyu kazandıran şey, bunların Kur'ân'ın ahlaki öğretisine bağlanması, onunla irtibat kurmasıdır".
Şurasına da işaret edelim ki haniflik denen hareket, öyle örgütlenmiş, güçlü bir ruhani grup hareketi değildi. Bu adamların her biri kendi pagan toplumu içinde kendi başlarına yaşarlardı. Bunların gayeleri, insanlığı kurtarmak değil, kendilerini kurtarmak idi. Kısaca bunlar, inzivaya çekilmiş istisnai kişilerdi. Bundan dolayı Arabistanın genel düşünce atmosferinin yapısında Ümeyye'nin düşünceleri, pek fazla etkili olmamıştır.
Hıristiyan ve yahudi düşüncelerinin doğrudan yaptıkları etki, Ümeyye'nin belirsiz etkisinden fazladır. Hasılı onun dünya görüşü, cahiliyye ruhani sisteminde hakim bir rol oynamamıştır. Bilakis müşrik kitlelerinin, bunlara fantazi ve garip şeyler gözüyle baktıklarını gösteren deliller vardır. Kur'ân'ın getirdiği tevhid ve âhiret inancına, Mekkelilerin gösterdiği tepkiden de bunu anlamak mümkündür.

Muhakkak ki Üneyye gibi bir insanın bu hareketi, müşrik Arapların âhiretle ilgili bazı düşünceleri tanımalarına yardım etmiştir. Araplar bu fikirleri kabul etmeseler dahi, hiç değilse çevrelerinde kendilerince böyle acaip fikirlere sahip bazı tuhaf kimselerin varlığından haberdar olmuşlardır.

Gördüğümüz bu noktaları hatırda tutarak bu bölümün başındaki meleseye, yani Kur'ân'ın, İslâmın Allah düşüncesini müşrik Araplara ne şekilde takdim ettiği meselesine dönelim.
Herhalde şimdi, Kur'ân Allah'tan bahsederken bu fikrin, Araplarca anlaşılıp anlaşılmıyacağı konusunda neden hiçbir tereddüt ve çekingenlik göstermediği hususunu daha iyi anlıyabiliriz. Kur'ân, Allah düşüncesinin, dinliyenlere yabancı geleceğini belirtir bir ifade kullanmaz. Aksine müşrik Arapları Allah'a inanmaya davet eder, onları mantıki bir sonuca varamamaktan ötürü kınar. Bu hususta yukarıda verdiğimiz misallere ilâve olarak iki örnek verelim:
"De ki: Eğer bilirseniz Arz ve onun içindekiler kimindir? 'Allah'ındır, diyecekler. De ki: 'Öyle ise hatırlamıyor musunuz?' (Yani kendinize gelip kalblerinizde zaten mevcut olan gerçeğin farkına varmıyor musunuz?)".

"Hatırlamıyor musunuz?" ifadesi, sık sık geçen


"Aklınızı kullanmıyor musunuz?" ifadesi gibi Kur"ân'da bir kınama ifadesidir.

Allah'ı bildikleri halde düşünüp doğru bir sonuca varamamalarından, ya da varmak istememelerinden ötürü Kur'ân, Arapları yermektedir.
Şu âyet bu konuda daha açıktır:
"De ki :'Eğer biliyorsanız (Söyleyin) şeyin hükümranlığı elinde olan, koruyan, kendisi korunmıyan kimdir' Allah'ın (elinde)dir; diyecekler. De ki: 'O halde nasıl büyüleniyorsunuz?".

"O halde nasıl büyüleniyorsunuz?" ifadesine dikkat edelim.
Bu ifade, Allah'ın her şeye hükümran olduğunu bildikleri halde- O'nun istediği şekilde O'na kulluk etmiyen insanların durumuna şaşma ifadesidir. Büyülenmiş olduklarını kabul etmeden, bunların tutumlarını izah etmek mümkün değildir.

Hasılı (Hz.) Muhammed'in, Tanrı mesajını kendilerine götürmekle yükümlü bulunduğu kimseler, ta baştan beri biraz müphem bir Allah fikrine sahip idiler. İslâmın Allah düşüncesine göre bir çok noktalarda hayli yanlış olmasına rağmen, onların Allah düşüncelerinin de kabul edilebilir güzel yanları vardı. Bunu kabul etmek zorundayız. Aksi takdirde yukarıdaki âyetlerin bu çeşit ifadelerini izah etmek mümkün değildir. Kur'ân, bu Allah düşüncesinin güzel yanlarına dikkati
çekerek mantık gücüyle bu unsurları daha anlaşılır hale getirmeğe çalışır.

KUR'AN'DA ALLAH VE İNSAN 
Yazan: Dr. Toshihiko IZUTSU

Çeviren: Doç. Dr. Süleyman ATEŞ

s.93-113

Not: 
Dipnotlar yazıya dahil edilmemiştir. Yanlış anlamalar olmaması için KUR'AN'DA ALLAH VE İNSAN kitabın okunması tavsiye olunur. 
Böylesi daha sağlıklı olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ruhun tekamülü bedenleşme,
Bedenin tekamülü de doğalaşmadır!


Copyright 2008 - 2024 🇹🇷 @Felasife | Site haritası

Mal sahibi, Mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi!

Creative Commons Atıf 4.0 Uluslararası Lisansı